GÜNDEM
Ali Değermenci : TEVHİDİN ESASI YALNIZ HAKKIN KUDRETİNİ GÖRMEKTİR
Şeytanın insanı tevhidden alıkoymak ve şirke bulaştırmak üzere başvurduğu ikinci yoldan bahsedeceğiz. Hatırlanacağı üzere onun bu hususta takip ettiği birinci yol, insanı cansız / iradesiz varlıklara meylettirmesi idi. İkinci yol da iradeli varlıklara meylettirmesi, onların fiillerinde bağımsız oldukları ve böylece sanki (haşa) kendi fiillerini kendileri yarattıkları gibi bir zanna sevk etmesidir.
1- TEVHİD HUSUSUNDA ŞEYTAN VESVESE VERİR; GERÇEĞİ KALBİ NUR VE BASİRETLE DOLU ÂLİMLER ANLAR
Gazali İhya’da şeytanın bu hususta verdiği vesveseyi şöyle anlatır:
“Şeytan der ki: Sen hepsini Allah’tan nasıl biliyorsun? Bak işte şu adam kendi arzusuyla senin nafakanı temin ediyor. İsterse verir, istemezse vermez. Buna kim karışabilir? Bu adam da boynunu vurmaya yetkilidir. İsterse vurur, isterse affeder. Bundan nasıl korkmaz ve nasıl ummazsın? Görüyorsun ki mukadderatın onun elindedir. Bunda şüphen de yoktur. Ve yine ‘Evet, kalem kâtipsiz bir şey yapamaz’ diyebilirsin. Fakat kalemi elinde bulunduran kâtibi nasıl göremezsin?
İşte çoklarının ayağı burada kayar. Ancak şeytanın sultası bulunmayan halis kullar bundan kurtulur. Zayıf görüşlülerin, kalemin kâtibin elinde musahhar olduğunu gördükleri gibi, onlar kâtibin de bir emir altında musahhar olduğunu bilirler.” (İhya c: 4, s: 455.)
Sebeplere takılıp kalan, Cenâb-ı Hakkın kudretini göremeyen insanlar için, şeytanın bu ikinci tuzağı birincisinden daha çetrefilli ve tehlikelidir. Çünkü kişiyi kendisiyle kandırmaya çalıştığı şey “iradeli bir varlık”tır. İnsanlar çoğu kez, iradeli varlıkları yaptıkları işlerde hakiki fail gibi görmek suretiyle şirke düşerler de farkında bile olmazlar.
Gazali bu yanılgıyı anlatabilmek için kâğıt üzerinde yürüyen bir karıncayı misal verir. Bu misale göre bir kâtibin kalemle yazı yazdığı kâğıt üzerinde yürüyen karınca şöyle düşünür: “Bu yazıyı yazan kalemin ucudur.” Çünkü kalemin bütününü, onu tutan parmakları, parmakların bağlı olduğu kolu, gövdeyi, beyni, aklı, iradeyi göremez. Ama burada gerçeği algılama noktasında noksanlık kendisindedir; bunu da bilmez. Gazali burada şu tespitte bulunur:
“Göğsü Allahu Teâlâ’nın nuru ile İslamiyet için genişlemeyenin hali de böyledir.”
Bu, şu demektir:
Karşılaştığı hadiselerde “kalemin ucu” mesabesindeki insanların arkasındaki külli iradeyi görebilmek de bir idrak meselesidir; kişinin kemaliyle ilgilidir.
Kimisi karınca gibi kalemin ucunda kalır, kimisi parmakları, kolu, bedeni görebilir. Hatta yazıyı yazanın kâtip olduğunu anlayanların hali bile esasen cehalettir. Çünkü kâtip de gerçek fail değildir; o da hakiki fail olan Alahu Teâlâ’nın emrine musahhardır:
“Bilgi ve basiret sahiplerine gelince, Allahu Teâlâ onlar hakkında yer ve göklerde olan her zerreyi kendi kudretiyle konuşturdu. Onlar bu zerrelerin Allah’ı tesbihlerini ve fasih bir dil ile kendi acziyetlerine şehadet ettiklerini duydular. Bu zerreler, harfsiz ve sessiz konuştukları için, bu kulaktan mahrum olanlar onları duyamaz oldular. Şüphesiz kulak derken merkepte de bulunan baştaki kulağı kastetmiyoruz. Biz, harfsiz sessiz söylenenleri duyan kulağı kast ediyoruz.” (a.g.e. s: 456.)
Bu izahat, iradeli varlıkların fiillerinin gerçek anlamda Allah’a ait olduğunu, bunun Allah’ın verdiği nur ve geniş idrak ile anlaşılabileceğini anlatmaktadır.
2- İRADELİ VARLIKLARIN FİİLLERİNDE TEVHİDİ ANLAMAK
Buraya kadar anlatılanlardan anlaşılması gereken şudur:
İrade sahibi varlıkların fiilleri de hakikatte Allah’a aittir. Ama onların da irade taşıyor olmaları meseleyi giriftleştirir ve bu incelik ancak basiret ve keşifle çözülebilir. Bu basiret ve keşif de “göğsü Allah’ın nuruyla İslam için açılanlara” mahsustur.
Burada bilinmesi gereken gerçek şudur:
Tevhid ilmi sonsuz derya misali geniştir. Herkes bu deryadan kapasitesine göre nasibine düşeni alır. Kişilerin kapasitesi ise sahih imana sahip olmaları, kalplerinin nurlanması, bu nurun akıllarına da ışık tutması, kalp gözleriyle akıl ve baş gözlerinin birleşerek gerçeği müşahede etmesiyle orantılıdır.
İlim sadece bizim idrak edebildiğimiz, beş duyu ve akılla ortaya konan sebep – sonuç ilişkilerinden ibaret değildir. İlmin derinliği vardır. En derin ilmin “tevhid ilmi” olduğunu söylemiştik. Bundan sonra “nübüvvet ilmi” gelir. Nübüvvet ilminin devamı “velayet ilmi”dir. Nübüvvet ve velayet ilmine ortak bir adlandırma ile “ilm-i ledün” denir.
Kuran-ı Kerim’de Hz. Musa (a.s.) ile Hz. Hızır’ın (a.s.) kıssası ilm-i ledünün inceliklerini anlatır. Bu keyfiyet beş duyu ve aklı fersah fersah aşacak kadar büyüktür. Bu ilimleri ancak gönlünü Kuran ve Sünnet’e veren, ihlasla amel eden kullar elde eder. Bunu yaşayamıyoruz diye inkâr etmemiz gerekmez. Büyüklerimiz “Tasdikin ulviliğine eremiyorsan hiç değilse inkârın süfliliğinden sakın” demişlerdir.
Tevhid ilmi derya misali açıldıkça açılır. Kalp gözü ve keşfi açık olanlar, insan gibi iradeli varlıkların fiillerinin arkasında da hakiki failin Cenâb-ı Hak olduğunu anlarlar.
Ancak burada konu asla “Cebriyecilik” gibi anlaşılmamalıdır. Zira Cebriyecilikte kulların iradelerindeki tesir gücü hiç tanınmaz. Hâlbuki buradaki konu, insan iradesinin arkasındaki kudreti anlamak meselesidir.
İnsan iradesi ne tamamen bağımsız ne de tamamen esirdir; insanın tercih kabiliyeti vardır. Buna da “kulun kesbi” adı verilir. Kul kesbeder, Allah yaratır. Çünkü yaratmada hakiki ve tek fail Allah’tır; ondan başka yaratıcı yoktur. “Mutezile” insanın kendi fiillerini kendinin yarattığına kail olduğu için batıl bir fırka olmuştur. Burada “Kalpler Allah’ın iki kudret parmağı arasındadır” (Tirmizî, Kader 7) mealindeki hadisinin mana ve muradını çok iyi anlamak lazımdır.
Bu ise normal şartlarda düşünen aklın sınırlarını aşan ve “mükaşefe ilmini”, basiret ve feraset sahasını ilgilendiren bir keyfiyettir. Bundandır ki iradeli varlıkların arkasındaki tevhid gerçeğini anlayabilmek, ancak kalbi İslam’a açılmış, gönlü imanla nurlanmış, basiret ve feraset sahibi insanların kârıdır. Bunlar, Allahu Teâlâ’nın “şeytanın oyununa gelmeyecek gerçek kullarım” (Hicr: 42.) diye tarif ettiği insanlardır.
Burada tevhid ilminin genişliğini gösteren şu ayet-i kerime üzerinde uzun uzun tefekkür etmek gerekir:
“De ki: Rabbimin sözleri için deniz mürekkep olsa ve bir o kadar daha yardımcı olarak ilave etsek Rabbimin sözleri tükenmeden o deniz tükenir.” (Kehf: 109.)
Kâinata ve varlığa dair birçok sır vardır. Bunların bir kısmını açıklamak da yasaktır. Tevhid ilmi sonsuzdur. Bu gerçekler meseleleri insanların idrak seviyelerine indirerek anlatmanın zorluğunu da beraberinde getirir. Bu sebeple tevhidi anlamak mümin için hal ve keyfiyet işidir. İman etmemiş olanların zaten bu sahada kalpleri kapalı olduğundan onları gündem etmiyoruz.
Tevhidi anlamak ve kâinat gerçeklerini keşfetmek için gerçek anlamda iman etmek şarttır. Sonra kalbi ve aklı Kuran ve Sünnetin emrine vermek, Hz. Peygamberin getirdiklerini tam bir teslimiyetle inanarak benimsemek şart ve elzemdir.
Gazali İhya’da bu konuyu anlatırken, iradeli varlıkların arkasındaki hakiki fail olan Allah’ı bilmek için aradaki vasıtaları bir bir konuşturur. Bunu ilmî bir metodla ve son derece ikna edici bir üslupla yapar. Aklî ve naklî deliller kullanır. Neticede her işte hakiki failin Allahu Teâlâ olduğunu ortaya koyar. (Bak: a.g.e., s: 457 – 475.)
O, bu izahatı yaparken üç âlemin varlığından bahseder ve bunların birbirleriyle münasebetine yer verir. Bunlardan birincisi “mülk ve şehadet âlemi” yani görünen madde âlemi, ikincisi “melekût âlemi”, görünmeyen ruh ve mana âlemi, üçüncüsü de bu iki âlem arasında bulunan “ceberut âlemi”dir.
Bizim iradeli varlıklar söz konusu olduğunda da hakiki failin ancak Allah olduğunu bilmemiz ve buna göre hareket etmemiz bir zarurettir. Yukarıda geçtiği gibi, yaşayamadığımız bir hali -üstelik yaşayanlar olduğu halde- inkâr etmemiz çok büyük bir nakıslık hatta sapkınlığa varacak derecede bir hadsizlik olur.
Hem iman, hem de ilim olan tevhid, ancak kişinin kemali nispetinde anlaşılabilir. Bu sahada yıldız misali nice büyük âlimler gelip geçmiş, ortaya pek çok eser konmuştur. Ama tatmayan bilmez misali, biz gerçek tevhidi anlayan o âlimleri takdirle anar, bu işin “ilim, amel ve hal formülüyle idrak olunan bir kapasite meselesi” olduğunu kabul ve tasdik ederiz.
Allah cümlemize tevhidden gerekli nasibi almayı, böylece imanını “ilme’l yakîn”, “ayne’l yakîn” ve “hakke’l yakîn”e doğru seyrettirmeyi nasib ü müyesser kılsın.
Ali Değermenci