GÜNDEM
Velilerin Kerametleri Hakk’mıdır ?
Kerâmet tıpkı mûcize gibi âdet dışı (hârikulade) işlerdendir. Ancak mûcize peygamberden, kerâmet ise velîden sâdır olur. Velî hiçbir zaman peygamberlik iddiasında bulunmaz. Bilakis bir velînin kerâmeti, tâbi olduğu peygamber için mûcize olur. Zîrâ velî peygamberin istikâmet üzere tâbi olmasının sonucu olarak bu ayrıcalığa sâhip olmuştur.
Velî, Allah Teâlâ’yı ve sıfatlarını bilip kabul eden, itaat üzere olmaya devam eden, isyan ve şehevî arzulara dalamayan kişidir.
İnsanlardan Sadır Olan Olağanüstü Haller
İnsanlardan sâdır olan hârikulade işler mûcize ve kerâmetle beraber altı tanedir. Diğer dördü ise istidrâc, ihânet, meûnet ve irhâstır.
İstidrâc: Îmân ve sâlih amel olmaksızın kişiden kastına uyumlu olarak sâdır olan hârikulade işlerdir.
İhânet: Îmân ve sâlih amel olmaksızın kişiden kastına uyumlu olmaksızın sâdır olan hârikulade işlerdir.
Meûnet: Müslümanların avamından olan hârikulade işlerdir.
İrhâs: Peygamberden peygamberliğinin öncesinde sâdır olan hârikulade işlere denir.
Kerâmetlere Îmân Âyet-i Kerîme ve Hadîs-i Şerîflerle Sâbittir
Mûcize gibi kerametlere de inanmak dînin asıllarından olup Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflerle sabittir. Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm’de kendisine mucizeler verilmiş peygamberler ve değişik kerâmetlerin verildiği velîlerden bahsedilmektedir. Sözgelimi Ashâb-ı Kehf’in uzun yıllar mağarada uyutulduktan sonra uyandırılmaları, Hızır (Aleyhisselâm) hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılan durumlar, Meryem vâlidemizden sâdır olan haller, her biri ayrı birer kerâmettir. Allah Teâlâ onun hakkında şöyle buyurmaktadır: “Zekeriyyâ her ne zaman onun yanına; (Meryem’in bulunduğu yüksek ve kilitli odadaki) o mihrâba girdiyse, onun yanında (mevsimsiz yiyeceklerden derlenmiş) bir rızık bulur ve: “Ey Meryem! (Kapılar kitliyken ve mevsim müsâit değilken) işte bu sana nereden (geliyor)?” der, o da: “Bu Allah nezdindendir. Zîrâ şüphesiz ki Allah dilediğini hesapsız olarak rızıklandırır” derdi.” [1]
Süleymân (Aleyhisselâm)ın Belkıs’ın tahtını istemesi ve kimin getirebileceğini sorması neticesinde Âsaf b. Berhiyâ’nın çok uzak bir mesafeden bir anda tahtı getirmesi kerâmete verilebilecek başka bir misaldir. Cenâb-ı Hakk bu hususta şöyle buyurmaktadır: “Cinlerden bir ifrît dedi ki: “makâmından kalkmadan önce ben onu sana getiririm; gerçekten de ben buna karşı elbette pek güçlü ve çok güvenilir biriyim. (Tevrât ve Zebûr gibi, Süleymân (Aleyhisselâm) dan önce indirilmiş) kitap(lar)dan kendi nezdinde büyük bir ilim bulunan o (Âsaf ibni Berhiyâ isimli sıddîk) kişi (kendisiyle duâ edildiği anda kabul eseri görülecek olan ism-i âzamı bildiği için): “Gözün(ü bir tarafa çevirdiğinde o) sana geri dönmeden ben onu sana getiririm!” dedi. O (Belkıs’ın tahtı geldiğinde Süleymân (Aleyhisselâm)) onu yanında yerleşmiş bir hâlde görünce: “İşte bu, Rabbimin fazlındandır. Tâ ki O (Rabbim), şükürde mi bulunacağım yoksa (kendime bir pay çıkararak yâhut hakkıyla şükredemeyerek) nankörlük mü yapacağım diye beni imtihân (edenin muâmelesine tâbi) etsin (için bunu bana vermiştir)! Kim şükrederse (bununla nîmetinin devâmını ve artışını sağlayacağından) ancak kendisi için şükretmiş olur; her kim de nankörlükte bulunursa, şüphesiz ki benim Rabbim (kimsenin şükrüne ihtiyâcı olmayan bir) Ğaniyy’dir, (nankörlük yüzünden nîmetini kesmeyecek derecede iyilik sâhibi bir) Kerîm’dir”dedi.” [2]
Bir hadîs-i şerîfte şöyle rivâyet edilmiştir: “Bir ara adamın biri üzerinde yük olduğu halde ineğini götürüyordu. İnek ona döndü ve şöyle dedi: “Ben bunun için yaratılmadım. Belki tarla sürmek için yaratıldım” İnsanlar şaşkınlıktan şöyle dediler: “Sübhânallâh! İnek mi konuştu?” Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: “Ben buna inanıyorum, Ebû Bekir de Ömer de.” [3]
Bu hususta ki diğer bir hadîs-i şerîf de şu şekildedir: Ömer (Radıyallâhu Anh) bir ordu gönderdi ve Sâriye isminde birini de onlara komutan yaptı. İbn Ömer (Radıyallâhu Anh) devamla şöyle dedi: “Bir gün Ömer (Radıyallâhu Anh) ile Medîne’de insanlara hutbe îrâd ederken “Ey Sâriye dağa! Ey Sâriye dağa!” diye bağırdı. İbn Ömer (Radıyallâhu Anh) şöyle devam etti: “Ordunun elçisi geldi ve Ömer (Radıyallâhu Anh)a şöyle sordu: “Ey Mü’minlerin Emîri! Düşmanımızla karşılaştık ve onları yendik. O esnâda biri şöyle bağırıyordu: “Ey Sâriye dağa! Ey Sâriye dağa!” Bunun üzerine biz de sırtlarımızı dağa verdik ve Allah Teâlâ düşmanımızı kahretti. Ömer (Radıyallâhu Anh)a bunun üzere şöyle denildi: “Muhakkak bağıran sendin” [4]
Kerâmetlere inanmanın bir îmân vecîbesi olduğu zikrettiğimiz âyet ve hadîslerle sabittir ve Cenâb- Hakk’ın velî kullarına bir ikrâmıdır. Tüm bunlarla berâber aynı zamanda bir imtihân vesîlesidir. Bu minvalde en büyük kerâmetin şerîatı yaşamak hususunda istikâmet olduğunu hatırlatmakta fayda vardır.
Dipnotlar
[1] Âl-i İmrân Sûresi, 37.
[2] Neml Sûresi, 38-40.
[3] Buharî, Fadâilü’l-Ashâb, 5.
[4] Beyhakî,Delâilü ’n-Nübüvve, 6/370.